Osmanlı İmparatorluğu'nda taht kavgalarının kan koktuğu zamanlardan bir sahne düşünün. Şehzade Mustafa, Kanuni Sultan Süleyman'ın gözlerinin önünde cellatlık urganıyla boğularak öldürüldü. O ünlü çadır sahnesi. Tarihin belki de en trajik anlarından biri... Ya Fatih Sultan Mehmet? Adaletin simgesi denir ya hani, tahta geçer geçmez çocuk yaştaki kardeşi Ahmet'i boğdurmasını nereye koyacaksınız? Devletin bekası için kardeş katli caizdi diyorlar. O dönemin gerekçesi buydu.
Peki ya bugün? Artık kimse kimseyi boğduğmuyor. Fiziken, evet. Ama ya psikolojik olarak? Bugün boğmak, itibar suikastıyla yapılıyor.
Bir siyaset sahnesine bakın. Rakibinden mi korkuyorsun? Hemen bir dedikodu kazanı kaynat. İftirayı at, izi kalsın. Mesnetsiz iddialarla birini itibarsızlaştırmak, bugünün yeni "cellat" yöntemi. Şaşırıyor muyuz? Hiç sanmam. İşte bu topraklar, asırlar boyunca taht uğruna her yöntemin mubah görüldüğü bir arenaydı. Bugün de farklı mı? Sadece aracılar değişti; zırhların yerini kravatlar aldı. Kılıcın yerini sosyal medya ve manşetler...
"Demokrasi" diyoruz. Avrupa Birliği hayalleri kuruyoruz. Ama ne demokrasiden haberimiz var ne de Batı'nın hukuk anlayışından. Avrupalılar demokrasi kavramını tartışırken, biz hâlâ rakiplerimizi itibarsızlaştırma peşindeyiz. Sonra da
"Avrupa Birliği neden bizi almıyor?" diye düzine düzine yazı yazıyoruz.
Avrupa Birliği bir hayal mi? Böyle gidersek, evet, hayal olmaya mahkûm. Zira demokrasi, sadece sandıkta değil; zihinlerde, vicdanlarda da olur. Kimse çıkıp da "Biz Avrupalıyız" masalı anlatmasın. Rakibine iftira atarak siyaset yapanlar, 500 yıl önceki cellatlardan farklı değildir. Sadece urganlarının yerini kara propaganda almış, o kadar.
Tarih tekerrür eder mi? Eder elbet. Ama biz ders almayız. Osmanlı'dan bu yana yöntem değişti, zihniyet aynı kaldı: Rakibini ya boğ, ya yok et. Demokrasi mi dediniz? Daha çok bekleriz!