Öncelikle, sağlıklı bir ortamda doğsun. Daha dünyaya gelir gelmez gözlerini para hırsı bürümüş "yeni doğan çetesi"nin eline düşmesin. Ne yazık ki bazı hastanelerde, doğumun şekli bir tıbbi zorunluluktan çok, bir ticari kalem gibi değerlendiriliyor. Anne adayı sezaryene zorlanıyor, çünkü operasyon daha kısa sürüyor, daha pahalıya faturalandırılıyor, hatta bazen daha “programlanabilir” olduğu için hastanenin takvimine daha uygun düşüyor.

Peki ya anne? O bu süreçte ne hissediyor, ne yaşıyor? Kimse sormuyor. Sadece bir hasta dosyası, bir vaka numarası gibi görülüyor. Doğum, doğal bir süreç olmaktan çıkıyor; neredeyse soğuk bir ameliyat prosedürüne indirgeniyor.

Oysa ki doğum, kadının hayatındaki en özel anlardan biri. Korkuyla değil, güvenle karşılanmalı. Zorunluluk yoksa bedenin kendi ritmine bırakılmalı. Doğumhane sadece doktorların değil, sevginin, sabrın, anlayışın olduğu bir yer olmalı. Anne, doğururken yalnız olmadığını, desteklendiğini hissetmeli.

Evet, elbette sezaryen bazen hayat kurtarır. Gerekli olduğunda uygulanmalıdır. Ama gereksiz yere, kar-zarar cetvelleriyle belirlenmemeli. Tıbbi etik, insani değerler, annenin ruhsal durumu ve doğacak çocuğun ilk dakikaları göz önünde tutulmalı.

Çünkü bu mesele sadece bir “doğum şekli” değil. Bu, bir neslin hayata nasıl başladığının hikâyesi. Bu, ilk nefesin ne kadar doğal, ne kadar güvenli, ne kadar insani olduğunun göstergesi.

Dünyaya gelen her bebek, önce bir vicdanın ellerine düşmeli. Bir faturanın değil.