Çoktandır okumayı planladığım bir kitabı nihayet okudum ve gerçekten dehşete kapıldım. Beni dehşete gark eden kitap, Doç. Dr. Halil İbrahim Yakar’ın, Gaziantep Savunması Hatıralar-Belgeler, Antep Savunması Hatıraları – Belgeler, Ankara Aralık 2015, 567 sahifeden oluşan kitabıdır.

Dün bu kitapta tespit ettiğim yanlışlar ile ilgili yazımın ilk bölümünü sizlerle paylaşmıştım. Bugün yine aynı kitapla ilgili tespitlerime devam ediyorum.

İNGİLİZLER AYNTÂB’DAN “NÂMÛSLU SAZ” MI GÖTÜRDÜ?

 

Yakar, s. 376: “İngilizlerin birçok rübâb-ı nâmûs yuvalarından alıp götürmeleri…” şeklindeki cümleye bakarsak, “rübâb”, saz demek olduğuna göre, Yakar’ın bu cümlesini günümüz Türkçesiyle yazarsak: “İngilizlerin birçok namuslu sazı yuvalarından alıp götürmeleri…”. Aslında Özdemir Bey’in kaleme aldığı gerçek metinde bu cümlenin doğrusu şudur: “İngilizlerin birçok erbâb-ı nâmûsu yuvalarından alıb götürmeleri…”. Yani günümüz Türkçesiyle, “İngilizlerin birçok namuslu kimseleri yuvalarından alıp götürmeleri….” dir. Yakar’ın cümlesine göre, İngilizler namuslu sazları (!) götürmüşler. Eminim Özdemir Bey’in kemikleri sızlıyordur.

Hâlbuki Aralık 1918’de, Ayntâb’ı işgâl ederek Amerikan Kolejine yerleşen İngiliz işgâl kuvvetleri, emirlere uymayanların cezalandırılacağını, haberleşmeye sansür konduğunu, resmî şifrenin yasaklandığını ilan ederek, kentin ileri gelenlerini Amerikan Kolejinde, General Mac Andrew ve Kolej Müdürü Merril’in denetiminde sorgulamışlar, Ermenilerin sevk ve iskânında görev aldıklarını ileri sürerek heyetin önde gelenlerini tutuklamışlar, önce Halep’e, oradan Şam’a ve nihayet Mısır’daki esîr kamplarına götürmüşler ve çok ağır işkencelerde bulunmuşlardır. Kimdir bu vatanperverler: Muhasebesi Besim, Defter-i Hakani memuru Eyüp Sabri,  Evkaf memuru Hakkı Bey, ahaliden Taşçızâde Hoca Abdullah Efendi, Kethüdazâde İbrahim Efendi’nin oğlu Hüseyin Cemil. Yani İngilizler, “nâmûslu sazları” değil, ar, edeb, hayâ sahibi vatanperverlerin önde gelenlerini götürmüşlerdir.

“ÜZEN” Mİ “UZUN” MU?

 

Yakar, s. 382: “Ahvâl ü vâziyyetimizin îcâbı bizi münferiden üzen bir cidâlin idâmesi husûsunda çok esaslı tedâbîr ittihâzı mecbûriyyeti karşısında bulunduruyordu….”. Oysa Osmanlı Türkçesiyle yazılan gerçek metinde “üzen” kelimesi değil, “uzun”  kelimesi yer almaktadır. Yani gerçek ve doğru cümle şudur: “Ahvâl ve vâziyyetimizin îcâbı bizi münferiden, uzun bir cidâlin idâmesi husûsunda çok esaslı tedâbîr ittihâzı mecbûriyyeti karşısında bulunduruyordu….”. Cidâl: Savaş. Günümüz Türkçesiyle: “Ahvâl ve vâziyyetimizin îcâbı bizi münferiden uzun bir savaşın idâmesi husûsunda çok esaslı tedbirler alma mecbûriyyeti karşısında bulunduruyordu….”

 

“ARAPÇA DEĞİL Mİ; UYDUR UYDUR SÖYLE, ‘NUN’ OLSA NE YAZAR ‘KEF’ OLSA NE YAZAR…”

 

Yakar, s. 382: “….Binâenaleyh bir müddet sonra iâşe mecbûriyeti şehrin muhakkak sukûtunu intâc edecekdi…”.  Oysa Osmanlı Türkçesiyle yazılan gerçek metinde, “mecbûriyeti” kelimesi yoktur. Gerçek cümle şudur: “…Binâenaleyh bir müddet sonra iâşe buhranı şehrin muhakkak sukûtunu intâc edecekdi…”. Burada anlaşılan şudur ki, Yakar, gerçek metinde geçen “buhranı” kelimesini yok sayarak,  “mecbûriyeti” kelimesini yerleştirmiştir.

 

Yakar, s. 382: “Esaslı müdâfa’a tertîbâtına karar verildi…”. Yakar, Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınan metnin bu cümlesinde “karar” kelimesi hiç yer almadığı halde bunu metne ilave etmiştir. Gerçekten anlaşılır gibi değil.  Cümlenin doğrusu şudur: “Esaslı müdâfa’a tertîbâtına germî verildi…”. Germî: kızgınlık, hararet, sıcaklık. 

 

Yakar, s. 382: “…Binâenaleyh şehirde üç buçuk kilometrelik kayaları yalnız çekiç ve künglerle oymak sûretiyle tahte’l-zemin siperler ve mahalli mahfuzlar vücûda getirilmişti ki bu Ayıntab müdâfaasının lâ-yemut bir şaheseridir…”. Küng/k: Su akıtmaya yarayan toprak veya çimentodan yapılmış kalın boru. Herkes, toprak veya çimentodan yapılmış kalın borularla, kayaların oyulamayacağını kesinlikle bilir, ama bu doçent bilmiyor. Cümlenin doğrusu şudur: “…Binâenaleyh şehirde üç buçuk kilometrelik kayaları yalnız çekiç ve külünklerle oymak sûretiyle tahtezzemîn siperler ve mahalli mahfuzlar vücûda getirilmişdi ki bu Ayntâb müdâfa’asının lâyemut bir şaheseridir…”. Külünk: Taşları, kayaları parçalamakta kullanılan sivri kazma. Yakar, “külünk” kelimesinin yerine “küng” kelimesini yazmıştır.

 

Yakar, s. 382: “Esâmisini dâimâ hürmetle yâd ettiğim Ayıntab sanatkârları mağaralardaki bir takım âlet ve edevât-ı mihârikenin aksamından birçok âlet icat ederek mavzer kapsülü mavzer kurşunu, mavzer barutu, dinamit fitili …” cümlesinde geçen “mihârike” kelimesini Osmanlıca-Türkçe sözlükte bulamadığım gibi diğer sözlüklerde de bulamadım. Kaldı ki, asıl metinde böyle bir kelime de yoktur. Peki, o zaman Ayntâb sanatkârlarının kemikleri sızlamaz mı? Keza, aynı cümlede geçen “âlet”, vasıta, avadanlık, aygıt anlamlarına gelmektedir. Oysa asıl metinde geçen, “âlet” değil, “âlât” kelimesidir. Âlât: Vâsıtalar, aygıtlar. Cümlenin doğrusu şudur: “Esâmisini dâimâ hürmetle yâd ettiğim Ayntâb san’atkârları mağaralardaki bir takım âlât ve edevât-ı mihanikînin aksamından birçok âlât icad ederek mavzer kapsülü, mavzer kurşunu, mavzer barutu, dinamit fitili…”.  Mihanikî: Makine, düşünülüp ölçülerek değil de sırf alışkanlığın verdiği kolaylıkla veya kafa ile değil, sırf kasların hareketiyle yapılan (iş).

 

İKİ BİN ÜÇ YÜZ MUHÂREBE, İKİ BİN KÜSUR BAŞKA MUHÂREBE!?

 

Yakar, s. 384: “Binâenaleyh bu tarihlerde şehir iki bin üç yüz muhârebe ve tahkîmâtda kullanılmak üzere iki bin küsur gayri muhârebe, 12 aded hafif ve ağır makineli tüfenge mâlik olmuşdu…”. Muhârebe: Harbetme, savaşma, savaşta yapılan çarpışmalardan her biri anlamını taşıdığına göre, Yakar’ın bu cümlesi, şehirde iki bin üç yüz savaş ya da çarpışma; iki bin küsur başka savaş ya da çarpışma olduğunu belirtiyor. Oysa Özdemir Bey, hatıralarında böyle bir ifadeden bahsetmiyor. Özdemir Bey’in hatıralarında söylediği gerçek cümle şudur:  “Binâenaleyh bu tarihlerde şehir iki bin üç yüz muhâribe ve tahkîmâtda kullanılmak üzere iki bin küsur gayri muhâribe, 12 aded hafif ve ağır makineli tüfenge mâlik olmuşdu…”. Muhârib: Savaşta silah gücünden yararlanarak düşmanı yok etmek isteyen insan veya kıta, muhârebe eden, savaşan. Gayr-i muhârib: Silah gücünden yararlanmadan düşmanı yok etmek isteyen. Yani, Yakar’ın yazdığı gibi, şehirde iki bin üç yüz savaş ya da çarpışma; iki bin küsur başka savaş ya da çarpışma olmuş değil; şehirde, silah gücünden yararlanarak düşmanı yok etmek isteyen iki bin üç yüz, silah gücünden yararlanmadan düşmanı yok etmek isteyen iki bin küsur insan var.

 

BİR EDEBİYAT DOÇENTİ BÖYLE YAPARSA!

 

Yakar, s. 384: “Bu teşrîn-i evvel ayında düşman hâricden emîn olduğu için bütün kudret ve kuvvetiyle şehir müdâfaasına yüklenmiş ve hârice bâd-ı âbâd kış gelmeden şehri iskâta büyük gayret göstermiş velâkin her hareketi kendisine çok ağır zâyiâta mal olmuştu…” cümlesinde geçen hârice bâd-ı âbâd kelimesine bakalım.  Hâric: Dış, dışarı. Bâd:  Olsun, olaydı; yel, rüzgâr. Âbâd:  Sonsuz gelecek, zamanlar; mâmur, şen, bayındır.

            Oysa Özdemir Bey’in Osmanlı Türkçesiyle kaleme aldığı hatıralarında söylemek istediği gerçek şudur: “Bu Teşrîn-i evvel ayında düşman hâriçden emîn olduğu için bütün kudret ve kuvvetiyle şehir müdâfa’asına yüklenmiş ve herçibâdâbâd kış gelmeden şehri iskâta büyük gayret göstermiş velâkin her hareketi kendisine çok ağır zâyiâta mal olmuşdu…”. Herçibâdâbâd: Ne olursa olsun. 

 

Yakar, s. 384: “5 teşrîn-i evvel ve 14 teşrîn-i evvel 336 tarihinde Türk mahallesinin Ermeni mahallesine çıkıntı teşkîl edilen Çınarlı noktası sokak muhârebesi de çok hâiz-i hamiyetti…”. Oysa bu cümle Özdemir Bey’in hatıralarında şu şekilde yer almaktadır:  “…5 Teşrîn-i evvel ve 14 Teşrîn-i evvel 336 tarihinde Türk mahallesinin Ermeni mahallesine çıkıntı teşkîl edilen Çınarlı noktası sokak muhârebesinde çok hâiz-i ehemmiyyetdi…”. Hâiz-i ehemmiyet: Ehemmiyetli, önemli. Yakar, “muhârebesinde” kelimesini “muhârebesi de”; “ehemmiyyetdi” kelimesini de  “hamiyetti”  şeklinde olarak yazmış.