2008 yılı Mayıs ayının ilk günleriydi. Ferhat’ı aramıştım, Ferhat, Cengiz’in de yanında olduğunu ifade ederek, beni evine davet etmişti.

Gittim, biraz sendika, biraz siyaset sohbet açılınca, Cengiz’den, her zamanki gibi dünyadaki ve ülkedeki büyük resme ilişkin yorumları dinlemeyi beklerken, birden konu, sendikadaki, sendika grubundaki ve partideki arkadaşların duygusuzluğuyla, heyecansızlığıyla, samimiyetsizliğiyle ve isteksizliğiyle devam etmeye başladı.

Haklıydı Cengiz!

12 Eylül darbesi ve reel sosyalist sistemin çözülüşü sonrası bir umut olarak ortaya çıkan ÖDP’nin, iç tartışmalarla ömrünü tüketeceği yılların başındaydık.

Sendika, grup, parti! Bu üçlü, insani ilişkileri bloke etmiş, insani ilişkilerin önüne geçmişti!

Sendikalılık asıl değil, grup ilişkileri önemliydi!

Partililik değil, partideki grupçukların enformel ağları etkindi!

Sosyalist sol ve sosyalizm ideolojisi önemli değil, partinin söylemleri, parti ön plandaydı!

İnsani ilişkileri bir yana bırakmış, geçmişte sen şöyle yaptın, ben böyle yaptım, tartışması yapmaya başlamıştık!

Kendimizi tüketiyorduk!

***

Akşam saatlerinde, dostlarımın yanından ayrıldıktan sonra bir yazı kaleme almış, o dönemde iletişim kanalı olan mail grubunda paylaşmıştım.

Hatta o yazı üzerine o dönemde Gaziantep Üniversitesinde öğretim üyesi olan Osman Elbek, bu yazıya cevap niteliğinde bir yazı kaleme almış ve tartışma bir süre devam etmişti.

Cengiz ve Cengiz gibi birçok dost, ideolojik olarak değil, bu tür ilişkiler yüzünden koptu sendikadan, gruptan ve partiden!

Kendilerini yalnızlığa teslim ettiler…

Gelin hep birlikte bu yazıyı tekrar okuyalım!

Geçmişten bugüne, ben, Cengiz ve Ferhat da dâhil olmak üzere, birçok dostun yakındığı konularda herhangi bir değişiklik olmuş mu?

Sendikamız, sendikal grubumuz, partimiz ve genel olarak sosyalist sol büyümüş mü?

Sanırım hiç kimse bu sorulara olumlu cevap vermez!

İşte o yazı;

“Nerede Yanlış Yaptık?

            Son zamanlarda birçok arkadaştan aynı yakınmaları duymaya başladım.

Hem de aynı kelimeler ve cümlelerle…

Neredeyse cümlelerdeki vurgular bile aynı…

Bulunduğumuz ortamlarda, yaptığımız faaliyetlerde, evlerimizde, işyerlerimizde sendikalarımızda, sendika grup toplantılarında ve hatta partide bir arada bulunan insanlar “duygularını yitirdi, duygusuzlaştı.”

            Bulunulan ortamlarda sadece görev yerine getirmek için bulunuyoruz.

Görevler yerine getirilince her şey bitiyor.

            Görevlerini yerine getiren insanlar, görevlerini  yerine getirmenin rahatlığı içinde kendi sıcak ve rahat olduğunu tahmin ettiğim dünyalarına dönüyorlar,taaa ki yeni bir görev çağrısı gelene kadar.

            Çağrıyı da herkes birbirinden bekliyor.

            Çağrı gelince yönetimlerden, yürütmelerden; ayak sürüyerek de olsa, namus belasına gidiliyor çağrılara icabet etmek için.

            Ama yine duygusuz, heyecansız ve isteksiz olarak!

            Toplantılara da rengini veriyor bu duygusuz, heyecansız ve isteksiz iklim.

            Duygusuz, heyecansız ve isteksiz başlayan her toplantı ve faaliyet; başarısızlık, küçülme ve iç tartışmalar olarak geri dönüyor ve kucaklarımızda buluyoruz sorunlar yumağını…

            Bir arada bulunduğumuz insanların, geleceği birlikte kurmayı planladığımız arkadaşların, yaşantılarının hiçbir anında yanında olmuyoruz…

            Acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini ve hiçbir sorunlarını paylaşmıyoruz…

            Önemli bir gününde, bir telefon kadar yakınken bile, o telefonu etmekten imtina ediyoruz…

            Koca şehirlerde, şehrin ışıkları arasında, sistemin yalnızlaştırma politikalarına yenik düşmüş arkadaşlarımıza bir darbe de biz vuruyoruz.

            Hem de  “dostun bir tek gülü” nü bile esirgeyerek yaralıyoruz arkadaşlarımızı…

            Sonra da kalkıp, büyük büyük toplantılar yapıyoruz. sistemden kurtulmak, güzel ve yaşanılır bir ülkeyi, dünyayı  yeniden kurmak için…

            Kimlerle kuracağız hayal ettiğimiz ülkeyi, dünyayı?

            Bu duygusuzlaşmış, heyecanını yitirmiş  ve isteksizleşmiş insanlarla mı?

            Hadi bir sabah uyandık ve ülkeyi “siz” yöneteceksiniz, diye, bize görev verildi halkımız tarafından.(Böyle bir siyaset anlayışım asla yok ve burada yeri olmadığı için karikatürize ediyorum.)

            Ne yapacağız?

            Duygusuzlaşmış, heyecanını yitirmiş  ve isteksizleşmiş insanlarla nasıl bir ülke dizayn edeceğiz?

            Kendisi duygusuz ve mutsuz insanlar topluluğundan nasıl mutlu bir insanlar topluluğu oluşturacağız.

            Ozanın dediği gibi “Aşkla örmeye benzerse devrimci olmak” biz aşkımızı yitirdik arkadaşlar…

            Aşk olmadan, duygu olmadan, heyecan olmadan, devrimin de, devrimciliğin de bir anlamının olmayacağını hatırlamak gerekmiyor mu?

            Çok geç kalmıyor muyuz hayata yeniden müdahale etmek için?

            Aşkla, duyguyla, heyecanla kuşatmak gerekmiyor mu hayatın her alanını?

            Nerede yanlış yaptık, diye, büyük puntolarla  sormanın zamanı gelmedi mi daha?

            NEREDE YANLIŞ YAPTIK?

            Doğru soruyu sorarsak, doğru cevabı da aramaya başlarız.

           Aşkla, duyguyla, heyecanla kuşatmak için  hayatın her alanını…

                                                                                                                      05/01/2008

                                                                                                          Abdullah DAMAR