Ülkemizde Laiklikleşme çabalarının Türkiye Cumhuriyeti döneminde başladığı düşünülür hep. Oysaki laikleşme Osmanlı döneminde Batı karşısında geri kalındığının fark edilmesiyle başlamıştır.

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren dini kuralları önemsemiş, kanunlarında ve yönetiminde dinsel tutumlar sergilemiştir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı almasıyla halifelik Osmanlı soyuna geçmiş, padişahın halife olmasıyla yönetim ve din işleri birleşmiş Osmanlı daha teokratik hale gelmiştir. 

Osmanlı Devleti 17. yüzyıla kadar teokratik yönetiminden dolayı büyük bir sorun yaşamamıştır. Ancak Coğrafi keşifler, Rönesans ve Reform hareketleri Avrupa’da bir aydınlanma dönemi başlamış, her alanda gelişmeler Avrupa’yı güçlü hale getirmişti. Özelikle Reform hareketleri Avrupa’da dinsel özgürleşmenin yanında laik yönetim ve laik eğitim konusunu gündeme getirmişti. Avrupa‘nın dini bireyin iradesine bıraktığı dönemde Osmanlı’nın teokrasisini güçlendirmesi çağdaşlarından uzaklaşmasına yol açmıştı. Durum böyle olunca Osmanlı ne kadar reform yapsa da asıl üzerinde durulması gereken konuyu görmezden gelmesi reformlardan istenilen sonucun alınmasını engellemiştir. 

Osmanlı çok uluslu, çok dinli bir devlet olduğunu ve bu durumun toprak kayıplarını arttırdığını, Avrupa’nın iç işlerine karışmasına teokratik anlayışının yol açtığını da hesaplayarak laiklik konusunda çalışmalarına 19. yüzyılda başlamıştır.  Ancak devlet bir taraftan laik uygulamaları benimserken diğer taraftan şerri uygulamaları da devam ettirdiği için uygulamalarda ikiliklerin de önünü açmıştır.

 

 

Tanzimat Döneminde Osmanlı’da laik anlayışın başladığını söyleyebiliriz. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanıyla tebaanın eşitliğinin kabul edilmesi, Gayrımüslimlere askerlik ve memuriyet gibi daha fazla hak ve ödev tanınması laiklik yolunda önemli bir adımdır. Ferman Osmanlı’nın İslami karakterinden uzaklaşarak Avrupa hukukuna yaklaştırmıştır. 1850’de Fransa’dan ticaret kanununu almış böylece İslam hukukuna aykırı olan faiz, ticari davalarda din ve mezhep ayrımı kabul edilmiştir. Ticari davalara ise şerri mahkemeler değil laik mahkemeler olan Nizamiye Mahkemeleri bakmaya başlamıştır. 1976’da kabul edilen medeni kanun Mecelle her ne kadar İslam hukukuna dayansa da Batıdan alınması Batının üstünlüğünün kabul edildiğini Batılılaşmaya başlandığını göstermektedir. Yargı usulünde çok akimli mahkemelerin kurulması, 1851 Ceza kanunnamesinin sınıf-din farkı gözetmeksizin tüm Osmanlı halkına uygulanması da laik anlayış taşır.

 

 

1876’da Anayasanın ilanıyla meclise Gayrımüslim milletvekilleri girmiş, Kanuni Esasi’de devletin dininin İslam olduğu belirtilse de diğer  dinlere mensup olanların ibadet özgürlüğünün devletin güvencesinde olduğu belirtilmiştir. 1908 Anayasa değişikliğinde hangi millet ve dinden olursa olsun tüm vatandaşların şahsi hürriyete sahip, hak ve sorumluluklarında eşit oldukları kabul edilmiştir ki bu laiklik yolunda önemli bir adımdır. 1908 sonrası laiklik bir fikre, temel düşünceye dönüşmüştür. İttihat ve Terakki laikliği bir devlet ya da parti ilkesi olarak benimsemiş, yasal düzenlemelerde tercih etmiştir. Enver Paşa Şeyhülislamlık makamının idari işlerle değil din işleriyle ilgilenmesinin daha faydalı olacağını söylemiştir. Tüm laik yapılanma girişimlerine rağmen İslamcı gelenek ve Batıcı laikler arasındaki mücadeleler laik reformları kesintiye uğratmış, laik reformlar Türkiye Cumhuriyeti’nde daha etkili bir şekilde yapılanma imkanı bulmuştur.