Hastalığım zor dönemine girdiğinden bu yana benimle beraber zorları yaşayan ve her yere beraber gittiğimiz kardeşimle yola çıktık. Önce Konya’ya, oradan Ankara’ya gidecektik. Konya’ya kadar olan dağ yolunda otobüs sallıyordu. Ben sallandıkça, olmayan rahatıma, olumsuzluklar, ağrılar ekleniyordu.

Bin bir güçlükle Konya otobüs terminaline geldik. Kardeşim bilet almaya gitti ancak onu oturarak bekleyeceğim bir sandalye, tutunup destek alacağım bir yer yoktu. Otobüsün kalkış saatine on dakika vardı ve on dakika ayakta durmak zorundaydım.

Ayakta duracak gücüm yoktu. Daha ilk dakikada yorulmuştum ve olduğum yere yığılacaktım.  Ağlıyordum. Sanki ağlamak olmaması gereken bir durumdu. Gelip geçen herkes bana bakıyordu. Bu bakış birazda görüntümdeki fiziksel değişimlerdendi. Bunu çok iyi biliyordum, hissediyordum.

O his yüreğimde izi hiç silinmeyecek olan çiziklerdi.

O gün çok önemli bir şeyi daha fark etmiştim.  Acı, ağrı, sızı, sancı kavramlarının her birinin farklı anlamlarının olduğunu…

Oysa o güne kadar dört ayrı kavramı da “acı” sanmıştım.

Yorucu ve ağlayarak geçen bir yolculuğun ardından hastaneye yatırıldım. İlaç ve fiziksel iyileştirme tedavilerim başladı.

Hastalığımın en ağır devresini yaşıyordum. Yürüyemiyordum. Yatakta, bir yanımdan öteki yanıma dönemiyordum. Aynı pozisyonda yattığımda kemiklerim acıyordu. Her yarım saatte bir, kardeşim beni öte yanıma çeviriyordu. Günde yalnızca yarım saat uyuyabiliyordum. Tabii ki kardeşim de uyumuyordu.

O zor koşullarda bile moralini bozmuyordu. Hayat doluydu. Onun bu hali, bizi sıkıntılardan az da olsa uzaklaştırıyordu.

Gündüzleri de kafeteryaya gidiyorduk. Psikolojim bozulmasın ve çabuk iyileşeyim, istiyorduk.

Ama tekerlekli sandalyeye mahkûm olmama engel olamadık.

Yaşamın en acı yanı yüzümde tokat gibi patlamıştı. Hiç bedensel, ruhsal sorunum yokken, her şeyini kendim yapabiliyorken, koşarken, oynarken tam bağımlı birey olmuştum. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyordum. Ölüm-kalım arasında uçurumda duruyordum. Tam uç noktadaydım. Yolumun hangi tarafa gideceğini bilmiyordum. Bu bilinmezliğin ruhuma verdiği zarardan, dua ederken kendime şifama mı dileyecektim, ölüm mü?

Bilmiyordum…

Ama ölüme daha yakındım. Bunu hissediyordum.

Psikolojim iyi değildi. Bir yudum suyu, bir lokma ekmeği birileri veriyorsa nasıl iyi olabilirdim? Aldığım her yardım, içinde bulunduğum çıkmazlık zoruma gidiyordu. Çıkmazdaydım, çaresizdim. Durumumu kabul edemiyordum. Bir tek beynim vardı işleyen, onun dışında tüm organlarım devre dışıydı.

Çıkmazlarda çırpınırken bir de bana bakan ailemin gözlerini takip ediyordum. Acaba onları yoruyor muyum, rahatsızlık veriyor muyum,  yük oluyor muyum gibi sorularım beynimi kemiriyor, beni yok ediyordu. Karşımdaki kişiler nasıl davranırsa davransın,  kendimi çözümleyemiyordum.

Bir de kendini bilmez kişilerin sözleri, davranışları vardı, beni üzen. Aşırı zayıfladığımdan dolayı AIDS teşhisi koyanlar, hastalığın altında kendilerince neden bulmaya çalışanlar…

 Hakkımda söylenen her söz bir şekilde bana ulaşıyordu.

Doktorlar arasında da kendisini bilmezler vardı. Kardeşime, “Rahime kurtulmaz, boşuna çabalamayın. Masraf etmeyin. Kendinizi kötü sonuca alıştırın,” diyen, acemi doktorlar.

 Bu tür sözü ilk duyduğumda ben de çok üzülmüş ve doktoruma iletmiştim. “Bu tür söylemlere inanma, doğruları ben söylerim,” demişti doktorum.

Daha sonraları bu konuda çok olumsuz söz duydum ama etkilenmedim.  

30 Haziran’a kadar tedavim devam etti ve hastanede kaldık.  Taburcu olurken ısrarla yine sahilde yaşamam önerildi. Bir de tekerlekli sandalye almamız.

Hastane dönüşüm gidişim gibi ambulansla oldu. Bu defa kendi tekerlekli sandalyemle gelmiştim eve. Bu benim için avantajdı. Havalar sıcakken dışarıya çıkartılıp dolaştırılıyordum.

Tekerlekli sandalye odamızın başköşesine koyuldu. Önünde küçücük masası vardı. Kitabım, su bardağım, kalemim ve kâğıdım üstünde duruyordu. Sandalye benim kullanımıma uygun seçilmişti. Ben de iyileşmek için çaba harcıyordum. El hareketlerimi, yürüyüşümü düzenli yapıyordum. Ama olumsuzlukların da önüne geçemiyordum.

Yürümem için yapılan ortez, sert plastikten yapılmıştı, sıcakların etkisi ile tenime değen yerlerde su topladı. Doktor kabaran deriyi tek tek temizledi.

Yolculuklar psikolojimi bozmaya başlamıştı.

Panik mi,  korku mu, endişe mi, depresyon muydu? Bilmiyorum. Yolculuğa çıkacağımızda kötüleşiyordum.

Araçlara inip binemiyordum. Tuvaletim gelirse ne yapacağım düşüncesi,  ruhumu sıkıyordu. Bu duyguyu yıllarca atamadım. Tekerlekli sandalyeden kurtulup,  otobüsle yaptığım yolculuklarda da, kardeşimle özel araçla yaptığımız yolculuklarda da aynı duyguları yaşadım.

 

Sağlıklı yaşam dileklerimle…

 

Azraille Yolculuk, sayfa, 19, 20,21