Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk anlattı: O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim.

Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.

KAMUOYU onu “Atatürk’ün leblebilerini yürüten çocuk” olarak tanıyor. Ata’yı son görenlerden biri. “Bugün leblebi yerken ne hissediyorsunuz?” sorusuna:

 “Yaşım 83, beni ağlatmak mı istiyorsunuz?” yanıtını veren Hanri Benazus, Atatürk’le tanıştığı günü 75 yıldır topladığı Atatürk fotoğraflarının öyküsünü ve Atatürk’ü anlattı:

“Atatürk Ekim 1937 Cumartesi günü, Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yaptıktan sonra Ege askeri manevralarını izlemek üzere Aydın’ın Ortaklar beldesine, ki o zamanlar 40 hanelik küçük bir köydü, geldi.

Köyün incir kooperatifinde kâtiplik yapan babam da karşılama heyetindeydi. Babamın eteğine yapışıp karşılamaya gittiğim o günün yaşamımın dönüm noktası olacağını bilemezdim. Beyaz treni istasyona yanaştı.

Perona çıktığında etrafını köylüler sarınca onlara hitap etmeye başladı. Tam o an babamın elinden kaçıp O’nun eline yapıştığımı hatırlıyorum. Elimi bırakmadı, alıp kompartımanına götürdü. Ortadaki masada karşısına oturttu. Rakısını, leblebisini getirtti.

 

O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim.

Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.

Hanri çocukluğunu şöyle anlatıyor:

Tam 7 yıl 7 aylık bir çocuktum. Tüm yaşadıklarım halen bir film şeridi gibi hafızamda kayıtlı. Ancak, olur da bazı değerlendirme hataları yapmış olabilirim diye yıllar evvel yakın dostum Prof. Şadan Gökovalı’ya tüm bunları anlatıp araştırmasını talep ettiğimde durum daha da netleşti.

O günden sonra okulda neredeyse Atatürk’ün yaveriymişim gibi bir itibar gördüm. Oyunlarına dahil etmeyen öğrencilerin beni yanlarına almak için yarıştığı olağanüstü bir dönem oldu benim için.

O devirde gerek okulda, gerekse evde genellikle tek konu konuşulurdu: Atatürk ve vatanı kurtarma süreci. Babam, İzmir’in işgali sırasında Alsancak Garı’nda kâtiplik yapıyordu. Kısa zamanda da Yunanların güvenini kazanmıştı. Ama o tam bir Atatürk hayranıydı.

Yunanların Anadolu’ya yaptıkları asker ve silah sevkiyatını günü gününe akşamları gittiği kahvede Kuvayı Milliyecilere aktarırdı.

Ölümü herkes gibi bizim ailemizi de derinden etkiledi. Anne-babamın ısrarıyla ancak

ertesi gün yemek yemeyi kabul ettiğimi hatırlıyorum.

Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle beni sıradan bir azınlık mensubu olmaktan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ve en önemlisi Türklüğe yüceltti.

Bu söz bizim için bir anttı. Ancak, son zamanlarda oluşan bir ötekileşme ve ötekileştirme süreci ne yazıktır ki Türkiye’nin ve Türk vatandaşlığının en büyük simgesi olan bu sözü az da olsa geri plana itmiş bulunuyor.

Ancak unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz liman, her türlü fırtınaların, kasırgaların yegane limanı ve sığınağıdır. Yurdunu seven her insanın önceliği olacaktır.