KENDİMLE BAŞLAYIP, ANILARIMLA BİTEN YAZI

Son iki aydır bir koşturma içerisindeyim. Neredeyse her gün dışarıya çıkıyorum. İşlerimi yetiştirmek için kendime “yorulmadın, hadi şu işini de yap”, diyorum. Bazen İstanbul’da bir günde iki işin yapılamayacağına destek veriyor sonuç. Bazen de üç işi yaparak zafer kazanmış komutan gibi onurla kendimi ödüllendiriyorum.

            “Aferin Rahime, bak kendi işini kendin yapabiliyorsun. Ayağın tutuyor, gözün görüyor. Az da olsa dostlarınla da buluşuyor, iyi vakitler geçiriyorsun. Daha ne istersin? Çok şükür bu günlerine”, diyorum. Diyorum da, evin kapısından içeriye adımımı attığım an bedenim yığılıyor televizyonun karşısındaki ikili koltuğa.  Ayaklarımı yükseğe koyarak uzanıyorum. Bir süre uyumakla uyanıklık arası öylece kalıyorum. Yorgun ve bittin…

            Annem sesleniyor mutfaktan: “Rahime yemeğin soğuyor”, diye. Duymazdan geliyorum. Annemde inatla seslemeye devam ediyor. Yemekten kaçışım yok ve mutfağa gidiyorum. Yemekten sonra yine ikili koltuğa uzanıyorum. O an bana soru sorulmasını, benden istekte bulunulmasını istemiyorum. Yani konuşmanın bile yoracağı andayım.

            Birkaç saat sonra bilgisayarımın başına oturuyorum. Yetiştirmem gereken yazılarım var. Ama bedenim izin vermiyor. Göz kapaklarım kapanıyor. Yazmayı erteliyorum. Sanki ertesi günü dinlenmiş olacakmışım gibi.

            Bu denli yoğun ve koşturmalı geçen günlerimde gazete yazılarım aksıyor. Ya son güne kalıyor yazmak ya da şimdiki gibi son ana.

Bir hafta boyunca içim içimi yiyor. Yazamamanın yükü omzuma çöküyor. Disiplinimi bozmaktan, sorumluluğumu yerine getirememekten kaygılanıyorum. Ama yazımı önceden hazırlamışsam içim rahat oluyor.

Bugün 19 Mayıs 2012 cumartesi. Ertelenmiş bir yazıyı yetiştirmeye çalışıyorum. Bir yandan dav

bayrağımla dışarıya çıkmaya hazırlanıyorum. Aklım bir okul yıllarıma gidiyorum.

19 Mayısların renkliliği geliyor gözlerimin önüne.

Yıkanmış, ütülenmiş lacivert beyaz bando takımı elbiselerimizi giyerek okulda

toplanırdık.  Atatürk büstüne çelengi koyup, resmigeçit yapılırdı. Sonra en geniş alan olarak seçilen okul bahçesinde devam ederdi tören. Konuşmalar yapılır, şiirler okunur ve gösterilere geçilirdi. Daha sonra halk oyunları ve yarışmalar…

Yüz metre koşu, çuvalla koşu, iğneye iplik takma, yumurta yarışmaları ilk aklıma gelenler.

Yarışma ödülleri çorap, atlet ve kalemden oluşurdu ve benim için verimli olurdu. Çorap ve atlet ihtiyacım yarışmaların sayesinde giderirdim. Ama hiçbir zaman yumurta yarışmasını kazanamadım.

Ortaokul birinci sınıftaydım. Ahşap kaşığın sapı ağzımda, yumurta kaşığın içinde bütün kız arkadaşlarımla beraber koşmakla yürümek arasında yarışıyoruz. Yumurtayı düşürmeden kim ilk önce yarışma bitiş çizgisine varırsa, yumurta yarışmasının birincisi O olacak. Ben tam orta yerde yumurtayı kaşıktan düşürdüm ve elimle tuttu. Alanın orta yerinde durdum, çiğ yumurtayı kırdım ve içtim. Bütün halk töreni izliyordu ve tören alanı kahkahalarla yankılandı. Önce şaşırdım, sonra omzumu silkeledim. Bana ne…

Biz bayramları şen ve neşeyle kutlardık. Öğrencisinden, haklına hınca hınç dolardı alan. O gün herkes yapacağı işini törenden sonraya bırakırdı. Yani günün hakkı verilirdi.

Şimdi kendimle başlayıp,  anılarımla biten yazımla yüreğim burkuldu. Geçmiş bir daha gelmeyecek.

Gelecekte bugünü anımsayacak olanlara güzel anılar bırakabilmeyi dileyerek...