A C E P?

Diyelim ki?

Bizim gibi sıradan, cahil, aklı bir şeye ermeyen, yetmeyen vatandaşların; muktedir siyasilerimizin bahsettikleri ve de kesinlikle “ülkemizde böyle bir şey yok dedikleri, ancak kendilerinin devamlı olara dile getirdikleri EKONOMİK KRİZ diye bir olay yok söylemlerini bizler anlamayız.

Doğru!

Bu kelamlar teknik terimler. Bizler bu teknik terimleri nasıl anlayalım? Anlayamayız, değil mi?

De…

Yaşamaya çalıştığımız şu zaman diliminde ki; Antep’te:

Tadına, en küçüğünün avuçları dolduran şekline hasret kaldığımız Antep temetosu’nun (domates) para etmediği, zibil olduğu bu dönemde…

Yine ortalardan yok olan Antep’in o dökülgen, dımışkı, kara üzüm, gabarcık üzümlerinin en ucuz olması gereken bu zamanda; milletin tam döküm zamanı olduğu için ve de ucuz olacağı için bu üzümlerle şire yaptıkları bu dönemde…

Diğer meyve ve sebzelerden vazgeçtik…

Sadece bu ikiyi örnek alırsak:

Bir canının istediğini, canın istediği kadar yiyenler…

Bir yemek mecburiyetinde oldukları için gıdım gıdım yiyenler…

Bir de hiç yiyemeyenler ki, bunlar kendi özlerini, gururlarını 5 kg makarnaya, bir litrelik plastik şişedeki en ucuz bitkisel yağa satanlar…

En azından son iki unsur, biz ne yaptık?

Diye kendi kendilerine sormuyorlar mı acep?

Nasrettin Hoca merhumun, herkesçe bilinen bir hikâyesini hatırlattı bana bu yaşanan acayiplikler:

Hani Hocamızla Timurlenk arasında yaşanan bir fil hikâyesi var ya? O işte:

Hocamız kendini oyuna getiren ahalinin oyununa karşı Timurlenk’in şehre saldığı bir filden; “ahali şehrimize gönderdiğin bir filden, o kadar memnun kaldı ki; zatıâlilerinden bu fil sayısının üç, beş olmasın talep ve niyaz ediyorlar” diye, fil sayısının artırılmasını sağlar, ya…

Ve de kambur kambur üstüne bindirir ya…

Şu anda yaşadıklarımız da, Hocamızın talebi gibi; günümüzde 3-5 Kg makarna karşılığında elimizi neye vursak cayır cayır yakan bu pahalılık, denetimsizlik…

Bu yaşananlar olağanmış gibi… Hoşgörü ve umursamazlık!

Benim aklım bu mark (doğru ya bu para birimi yok artık) dolar işine hiçbir dönemde yatmadı ve de anlamadım.

Hatta bu yüzden yıllar önce alın terimle almak istediğim bir evi mark dolar işine aklım ermediği için alamdım…

Konumuz bu değil!

Konumuz günü birlik artan fiyatlar karşısındaki çaresizliğimiz, şaşkınlığımız!

Şaptan şekere, tuzdan bibere, yakıtın her türüne, elektriğe, suya ve de akla gelebilen her şeye; nedensiz ve de anlamsız yapılan zamlar karşısında azıcık akıl kalmış olanlar:

Bu kışı nasıl geçiririz, nasıl geçirmeliyiz diye kara kara düşünmeye başladılar.

Tabii muktedirlerin sevdalıları için bütün bunların hiç önemi yok, tuzları kuru…

Bu problemler, açmazlar, sıkıntılar sadece adı kalan “orta sınıfın” meselesi…

Birde şu havadis çıktı ülkeyi kasıp-kavuran:

Dinimizin emrettiği, ulusumuzun da bu emre, olduğundan beri harfiyen riayet ettiği, uyduğu bir ahlaki kuralı var.

Mahremiyet!

Hatta Osmanlıda Haremlik- Selamlık olgusu bu esasa göre uygulanmış bir gerçekti.

Bu gün bir birimizin gölgesine kurşun sıktığımız bir devletin ne olduğunu –denetim yetkisi yokmuş(!?) - bilmediğimiz bir kuruluşuna ki; bir yandan tasarruf tasarruf diye bangır bangır bağırırken… Bu denetleme işini herhalde bu kuruluş babasının hayrına yapmayacak!

Ve de sanki ülkemizin mahremiyet taşıyan kimi kuruluşlarını denetleyecek kendi öz kuruluşlarımız yokmuş gibi… 

Bir ABD şirketine ülkemizin mahremiyetini DENETLE diyoruz!

Her şeye rağmen:

“Mercimeğin yarısı kadar kalana aklımızla dalga geçilmese, alay edilmese!…”